******ün bilinmeyen hizmetleri
******’ün Bilinmeyen Hizmetleri
(Bugüne kadar okuduğum kitaplardan ve yaptığım araştırmalardan
derlediğim bu makalemi, Türk milletine gönül bağıyla bağlı olan herkese
hediye ediyorum.)
Elli yedi senelik hayatının her gününü Türk milletine ve cihan sulhuna
adayan Mustafa Kemal ******, yıkılan bir imparatorluktan yeni bir
cumhuriyet çıkarmak, parça parça olmuş insanlardan bir millet meydana
getirmek, her insanı ve dolayısıyla toplumu alakadar eden her hususta
inkılâp yapmak suretiyle olağanüstü hizmetlere imzasını atmıştır.
Bu büyük işlerinin yanı sıra, hakkında az söz edilen ya da kasten üzeri
örtülen bazı hizmetleri vardır ki, onları tane tane araştırıp bir araya
getirmek çok önemlidir. Çünkü bir tarihi kişiliği doğru anlamak için,
söylediği ve fiilen uyguladığı her şeyi ayrıntılarıyla öğrenmek gerekir.
Bu makalede Gazi Mustafa Kemal ******’ün bilinmeyen hizmetlerinden sadece küçük bir kısmına değineceğim.
RENKLİ GÜLLER:
Türkiye’yi ve milletini derin hislerle seven ******, vatanının sadece
yönetim şeklinin ve zihniyetinin değil, bahçelerinin bile iyi yönde
değişmesini arzu ediyordu.
Cumhuriyetin kurulmasından sonra 1923 ve 1933 yıları arasında Ankara’da
bir orman çiftliği meydana getirmek için kolları sıvadı. Şu an ******
Orman Çiftliği’nin bulunduğu bölge o günlerde Karanlık Dere diye anılan,
bataklık, sazlık ve çorak bir alandı. Arazinin bir kısmı hazineye,
diğer kısmı ise vatandaşlardan bazılarına aitti. Yüce Ata, masrafları ve
satın alımları kendi maaşından karşılayarak arazinin tamamını satın
aldı. 5 Mayıs 1924 yılında bir hıdrellez günü, bu berbat arazide iki
çadır kurulup yanında da iki traktörle iş başlandı.
Birkaç yıl içinde yeşillendirme çalışmaları, hayvancılık, besicilik gibi faaliyetlere geçildi ve yüksek verim alındı.
Çiftliğin bir köşesine de gül bahçesi yapılmasını çok isteyen ******,
Profesör Acatay’a emrini verdi. O güne kadar gül denildiği zaman
insanların aklına Isparta, Burdur, Denizli yörelerinde bulunan ve sadece
yağı için yetiştirilen pembe güller geliyordu.
****** ise daha önceki Avrupa seyahatlerinde gördüğü renkli güllerden Türkiye’de de olmasını istedi.
Bu amaçla hazırlıklar tamamlandı; Almanya ve Hollanda’dan gül fideleri
kamyonlarla getirildi. Prof. Acatay ve ekibi bu fidelerin aşılarını ve
çoğaltımını tamamladılar. Halka, sefaretlere, park ve bahçelere çok
uygun fiyatlara dağıttılar.
Bugün Türkiye’mizin hemen her yerinde gördüğümüz renkli güller,
******’ün getirttiği ve çoğaltımı yapılan güllerin nesilleridir.
FRANSA SÖZLÜĞÜNDE TÜRKLER:
Fransa’nın meşhur sözlüğü Larousse’de “décapiter” kelimesinin karşılığı
‘boynunu vurmak’ olarak yazıyor. Kelimenin ikinci anlamı olarak da
‘kazığa oturtmak’ deniyor ve bunun ne olduğuna örnek vermek için de bir
cümle kullanılıyor: “Türkler bugün bile esirlerini kazığa oturturlar!”
****** bu rezaleti görünce Fransız büyükelçisini yemeğe davet ediyor.
Büyükelçi de Ata tarafından köşke davet edildiği için böbürleniyor ve
çok seviniyor.
Köşke geliyor ve yemekler yeniyor. ****** tabiliğini hiç bozmadan
büyükelçiye malum kelimenin manasını soruyor. O da bildiği anlamı
söylüyor. ******, “kelimenin ikinci bir anlamı var mı” diye sorunca,
büyükelçi “sözlüğe bakmam gerekiyor efendim” diyor.
****** daha önce çalışanlarına tembih ettiği için sözlük hemen önüne
konuyor. Elçi, işin nereye varacağından habersiz olarak sözlüğü okumaya
başlıyor. Kazığa oturtmak deyimine verilen örneğe gelince cümleyi yarıya
kadar okuyabiliyor ve yutkunarak ******’ün yüzüne bakıyor.
******: “Demek ki biz Türkler bugün de esirlerimizi kazığa oturtuyoruz, öyle mi sayın sefir?”
Elçi, iki iri çivi gibi duran mavi gözlerin kendisine battığını görüyor.
****** devam ediyor: “Sözlüğünüze böyle yazmışsınız, bu doğru mu?”
Büyükelçi telaşla sözlüğün önünü arkasını karıştırıyor ve bir kaçamak
noktası bularak: “Efendim bu sözlük Katolik Kilisesi'nin matbaasında
basılmış, bildiğiniz gibi biz laik bir ülkeyiz. Kilisenin yaptıklarının
bizim hükümetimizle bir ilgisi yok. Bizi ilgilendirmez ve biz kiliseye
karışamayız."
******: "Öyle mi efendim, siz laik bir ülke olduğunuz için demek ki
kiliselere karışamıyorsunuz. Öyleyse ben de yarından itibaren
İstanbul'daki kiliselerin kapılarına koca birer kilit astırıyorum"
diyor.
Bunu duyan sefir birden ayağa kalkıyor ve: "Ekselans, protesto ederiz!" diyor.
Bunun üzerine ******: "Hani sizi ilgilendirmiyordu, karışmıyordunuz?"
diyor ve ilgililere dönerek: "Sefire yolu gösterin" diyerek bir anlamda
onu kovuyor.
Sonra olan olaylar çok açık. Milyonlarca insanın evine giren Larousse
sözlüğündeki kötü Türk imajı düzeltiliyor ve o cümle Fransız hükümetinin
talebiyle çıkartılıyor. Böylelikle Türk milleti, dünya kamuoyu önünde
görünümünü ve haklılığını kazanmak yolunda bir adım daha atıyor.
TÜRK TARİHİ TEZİ:
Ata’nın 1922 yılında meclisten yaptığı konuşma şöyledir:
Efendiler,
Bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir
Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği kadar tarih
alanında da bir derinliği vardır! Türk milletinin kökünün dayandığı Türk
adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselamın oğlu
Yasef’in oğlu olan kişidir!
******, “Türkler Anadolu’ya Orta Asya’dan gelmişlerdir” diye başlayan
kla*** Türk Tarih Tezi ile yetinmemiş ve “Türkler Orta Asya’ya nereden
gelmiştir?” sorusu ile yeni bir tarih tezinin kapılarını açmıştır.
Bu hususta araştırma yapmak ve en derin bilgilere ulaşmak için 1930
yılında Türk Tarih Kurumu’nu ve ardından Türk Dil Kurumunu kurmuştur.
Yıl 1932’de ise emekli general Tahsin Mayatepek, ******’ü ziyaret etmiş
ve ona Maya dili ile Türkçe arasındaki benzerliklerden söz etmiştir.
Mayalar Mek***a’da yaşamışlardır, Türkler ise Orta Asya’dan
gelmişlerdir. Aradaki uzaklık Ata’nın da ilgisini çekti ve esaslı bir
araştırma yapması için Mayatepek’i Mek***a’ya gönderdi.
Mayatepek orada çok ilginç bulgulara, ve***alara ve kitaplara ulaştı.
Yaptığı araştırmaları ve en son gelişmeleri ******’e mektup ile
bildirdi. ****** de onun gönderdiği her türlü belge ve kitabı 60
kişilik bir ekip ile birlikte Türkçeye tercüme ettirdi, kelime kelime
dikkatle okudu ve not aldı.
Yapılan araştırmalar sonucunda Türklüğün kökeninin milattan önce 200 bin
ile 70 bin arasına dayanan ve bir zamanlar Büyük Okyanus’ta bulunan Mu
kıtasına ulaştığını gördü.
Yapılan araştırmalara göre Mu kıtasının iklimi tropikaldi. Geniş
ormanlara, çayırlara ve buralarda bulunan büyükbaş hayvanlara
sahiplerdi. Hatta fillerin ataları da bu kıta üzerinde yaşamaktaydı.
Nüfusu tek bir yönetim altında birleşmiş on ayrı soydan meydana gelen 64
milyon insana sahiplerdi.
Kıtanın temelden çürümesi ve bir göktaşının düşmesi ile felaket
hızlandı. Mu’nun kralı da kıtaları tamamen batmadan önce Mısır’a,
Hindistan’a, Çin’e ve Orta Asya’ya bilginlerini ve seçkin insanlarını
gönderdi.
Orta Asya’ya gelen Mu insanları, sahip oldukları tecrübe ve bilgilerle
yeni ve çağdaş kentler kurdular, oradaki yerli halkı eğittiler. Böylece
Asya’nın ortasında 12 bin yıl önce yeni bir ırk oluştu. Bu ırkın adı
Türk’tür!
Bu tezi doğrulayan pek çok bulgudan birisi de, Mu uygarlığının kalkan ve
davulları üzerinde ay-yıldız sembollerinin mevcut olmasıdır.
Ayrıca, Sovyet arkeologlarının 1939 yılında Orta Asya’daki bir mağarada
buldukları 150 bin yıllık insan kafatası, bu toprakların altının boş
olmadığına bir delil olmuştur.
******’ün araştırmaları sonucu Türk Tarihi Tezi, Türklerin kayıp kıta
Mu’dan geldiğini ve Türk uygarlığı tarihinin en eski uygarlıklardan biri
olduğunu söylemektedir.
Bu önemli ve derin araştırma ile sonucunu, ******’ün zekâsına, emeklerine ve doğru yönetimine borçluyuz.
Bu tarih tezi, ne yazık ki, ******’ün vefat etmesiyle kesin bir sonuca
ulaşamamıştır. Yapılan araştırmalar, daktilo ile yazılmış belgeler ve
kitaplar, şu anda Anıtkabir kitaplığında uyumaktadır.
TÜRK MİLLETİNİ GERÇEK GİYİMİNE KAVUŞTURMASI:
******’ün “Giyim-Kuşam ve Şapka Devrimi”ni herkes bilmektedir. Bu
devrimdeki amaç, ancak yıllar sonra kendisini ortaya koyabilmiştir.
Bu devrimdeki temel amaç, Batı’nın giyimini örnek almak, taklit etmek ya
da siyasal İslamcıların iddia ettiği gibi “Musevilerin ve
Hristiyanların dini giysilerinin, Müslüman Türk halkına zorla
giydirilmesi” değildir.
Bu devrimin asıl amacı, köklü bir geçmişi ve kendine özgün kültürü olan Türk milletini, asıl giyim şekline kavuşturmaktır.
Bunu açıklayabilmek ve ispat edebilmek için üç küçük örnek verilebilir:
1-
Alma-Ata’da 1970’li yıllarda yapılan arkeolojik kazılarda bulunan, bütün
dünyanın “Altın Elbiseli Adam” diye bildiği Türk Kağan’ın giydiği giysi
bugün giydiğimiz pantolondur, o Türk Kağan’ın ayağına giydiği çizme
bugün giydiğimiz çizmedir. Ve üzerinde bulunan ceket, bugün bizim
giydiğimiz cekettir. Bütün dünyayı hayretler içinde bırakan, fakat
bizlerin bugünkü giyimine sahip Türk Kağan’ı, yaklaşık 2500 yıl önce
yani hristiyanlığın doğumundan da uzun yıllar önce, Türk insanının şu
anki giyim biçimi olan ceket, gömlek ve pantolon biçimindedir.
2-
Altay Dağı eteklerinde 1960’lı yıllarda yapılan kazılarda bulunan, bugün
dünyanın en eski halısı olarak bilinen “Pazırık Halısı”, Türk
halısıdır. Ve üzerindeki figürlerde, at üzerinde duran, pantolonu ve
ceketiyle ve hatta gömleği ile Türk savaşçıları vardır.
3-
Bugün Kırgızistan’dan bol miktarda alınan fotoğraflarda görülen odur ki,
Kırgızlı ******larımızın başlarında fötr şapka vardır! Bu şapkalar
keçeden yapılmışlardır. Bütün Orta Asya Türk coğrafyasında bulunan
resimlerde cekete, pantolona ve fötr şapkaya rastlıyoruz.
Ata’nın Giyim-Kuşam Devrimi’ni bilmeyen yoktur; fakat asıl bilinmeyen
önemli husus, yani giyim-kuşam üzerinde ısrarla durmasının temel amacı,
yıllar sonra ele geçen pek çok önemli bulgu sayesinde, kendisini ortaya
koymuştur.
Türk milletini gerçek giyim şekline kavuşturması, bilinenin ardına gizlenmiş bir hizmetidir.
TÜRK DİLİNE HİZMETİ VE KAZANDIRDIĞI TERİMLER:
Konfüçyüs’e “Eğer bir ülkede yönetici olsaydınız, ilk iş olarak ne
yapmak isterdiniz?” diye sorarlar; o da: “Kuşkusuz ilk iş dili
düzeltirdim!” diye cevap verir.
******, bu güne kadar gelmiş geçmiş pek çok filozofun ütopyasını gerçek
kılmıştır, diyenlerin doğruluğuna küçük bir örnek de yukarıda sözünü
ettiğim konuşmadır.
Kültür, bir toplumun miras bıraktığı her türlü eserdir; dil ise,
kültürün yapı taşıdır. Bir toplumda ya da bir ülkede “dil” anlayışının
zedelenmesi ya da başka dillerin istilasına uğraması, o ülkenin sosyal
yapısından hukuk işlerine dek süren yok oluşun başlangıcıdır.
****** de bu durumu çok iyi bildiğinden, yapmayı gerekli gördüğü
devrimlerin arasına “Türk Dili”ni de eklemiş ve çalışmaya başlamıştır.
Almanca ve Fransızca bilen Ata’mız, tam bir Türkçe aşığı idi. Bu çok
sevdiği dil, Türklerin İslam ve Arap kültürü ile tanışması, Selçuklu ve
Osmanlıda saray ve bilim dillerinin Arapça ve Farsça olması nedeniyle
özünden sapmış bir haldeydi.
Bu sebeple işin reçetesi belliydi:
Türk dili Osmanlıcadan ayıklanacak, uygarlık peşinde iyi fakat sakat
niyetle Türk’ün diline 1000 yıl önce yaptığı hata düzeltilecek, Türk
dili temiz güzellikle ve kudretine, kendinde var olan kesinlik ve
açıklığına kavuşturulacaktı.
Eskiden, İslam’a duyulan sevgi ve saygı nedeniyle Arap harfleri alınmış,
fakat Türkçenin sesli harflere dayanan yapısına uymamıştı. Üstelik
Türkler arasında Arapça ve Farsça kelimelerin bolca kullanılmasına zemin
hazırlamıştı. Bu nedenlerden dolayı, yapılacak tadilat, yeni abece yani
alfabe ile başladı.
İslam dini, kalıbı ya da şekli değil, manayı, niyeti ve ifadeyi temel
alır. Bu niyetle, manayı ve ifadeyi kolaylaştıracak her değişiklik
İslam’ın ruhuna uygundur. Bu niyetle, Arap harfleri yerine Türkçeye
tıpatıp uyan yeni Türk harflerinin getirilişi, İslam’ın hassasiyetine
bir darbe vurup Frenkçeye sarılmak için değil, Türkün ifadesini, ruhuna
dönüşünü kuvvetlendirebilmesi içindir.
Kısa zamanda ilk zaferini kazanan Türkçemiz, kendisini matematik kadar
kesinlikle ispat eden ve diğer dillerde az görülür bir kudret ve verimli
bir yazıya, yani yeni Türk yazısına kavuştu. Bu Türkçe, Yunus Emre
Türkçesi, Karacaoğlan Türkçesi, nerede olursa olsun Türküm diyen her
Türkün kolayca anlayıp mesleğinde bile kullanabileceği bir Türkçe idi.
Halkın da bu devrime severek omuz vermesiyle işler tahmin edilenden on
kat daha fazla hızlandı. Her türlü basın-yayın organları kademeli bir
şekilde Türkçeye dönüştü; levhalar ve panolar Türkçeleşti. Gerekli
kılavuz ve alfabeler basılıp millete dağıtıldı.
İlerleyen zamanda Türk dilinin halk tarafından sırtlanıp yükseğe
taşınmasıyla, felsefe, gök bilimleri, yer bilimleri, fizik, hayat
bilimleri, kimya, ruh bilim, sanat dalları, spor ve oyunların yanı sıra
sağlık, askerlik ve teknik alanlarında dil ve terim çalışmalarına
başlandı. Bu konuların hemen hepsinde ****** bizzat çalışıyor, gününün
yaklaşık 3 saatini bu işe ayırıyor ve askerlikte olsun, matematikte
olsun, bugün bile kullandığımız pek çok kelime ve terimi Türkçenin
derinliklerinden ustaca çıkartıyor ve bizlere armağan ediyordu.
İşte bunlardan bazılarına örnek:
Zaviye = Açı; Zarb = Çarpı; Mazrup = Çarpan; Amudi = Dikey; Ehram =
Piramit; İhtisar = Sadeleştirme; Maksumunaleyh = Bölen vb. (Burada tek
tek ele almadığım daha nice terimleri mevcuttur.)
****** kendi ürettiği bu terimleri kökleştirmek ve açıklamak için 1937
yılında bir geometri kitabı yazmış ve bastırmıştır. Üzerinde çok az söz
edilen bu eseri ve terimler, Ata’nın önemli işlerinden birisidir.
****** ne yazık ki ölüm döşeğindeyken üç gün komada kalmış ve kendine
geldiğinde çevresindekilere “arkadaşlara selam, dil çalışmalarını sakın
gevşetmeyin” demiş ve söylediği son söz olarak akıllarda bu kalmıştır.
Ne acıdır ki, ******’ün hasta halinde bile gönlünden ve beyninden
çıkmayan Türkçe, son yıllarda –kendi sahibi olan millet tarafından- en
çirkin dönemini ve yabancı dil istilasını yaşamaktadır.
KUR’AN-I KERİM’İ TÜRKÇEYE ÇEVİRTMESİ:
Ata’mızın en bilinen hizmetlerinden birisi de, İslam dinini Kuran’ın
dışına çekip örflere ve hurafelere boğanların elinden kurtarmasıdır. Bu
konuda çözüm sunmak amacıyla Diyanet İşleri kurumunu oluşturması, tekke
ve zaviyeleri kapatması, laikliği inkılâplarının temeli yapması gibi
hizmetleri bilinir. Ancak en önemli kararlarından birisi de Kuran-ı
Kerim’in Türkçeye çevrilmesini istemesidir.
Çünkü o günlerde, Ata’nın değimi ile, “Hak olan Kuran, haksızlığı kabule vesile yapılmıştır.”
Dönemin en değerli ve iyi niyetli İslam bilgini Elmalılı Muhammed Hamdi
Yazır’ı meclis kararı ile getirtiyor ve “Kuran’ı Türk diline tercüme ve
tefsir edeceksin” diyor.
Elmalılı Hamdi de ******’ten aldığı vazife üzerine dokuz ciltlik dev
bir Türkçe tercüme ve tefsir yapıyor. O günkü yoksul Türkiye’de on bin
adet basılıp dağıtılıyor. (1935-1936)
Hatta ******, devlet başkanı sıfatıyla, Elmalılı Tefsiri’ni yaptırmakla
kalmamış, bu tefsirin telif ve basım harcamalarını da bizzat kendi
parasıyla karşılamıştır.
Burada sözü edilen olaylar tefsirin ilk baskılarında da önsöz olarak yer
almıştır. Fakat sonradan kötü niyetli kişilerce tefsirin yeni
basımlarında yer verilmemiştir.
İslam’ın anayasası niteliğindeki yüce Kuran-ı Kerim’in bir millet
tarafından anlaşılmasını ve okunmasını sağlayan Elmalılı Tefsiri,
akademik ve ilmi tarafı bir yana bırakılırsa, ******’ün eserlerinden ve
az bilinen hizmetlerinden birisidir.
“******, Hz. Muhammed’den sonra, İslam dini için en büyük hizmetleri
yapmış ikinci kişidir!” (Şu Çılgın Türklerin yazarı Turgut Özakman)
MEVLANA DERGÂHINI MÜZELEŞTİRMESİ:
Yıl 1845’tir. 19. yüzyıl tasavvuf hayatının, Osmanlı saltanatı ve irfan
adamları tarafından, tartışmasız önderi kabul edilen Kuşadalı İbrahim
Efendi vefat etmiştir.
******’ün henüz dünyada olmadığı dönemde, sufi-bilgin Kuşadalı İbrahim, tekkelerden söz ederken şu şekilde konuşmaktadır:
“Tekkelerde artık hayır kalmamıştır. Bunların kaldırılması lazımdır!
Bunlardan artık insanlığa da, İslam’a da hiçbir hayır gelmez. Çünkü,
tekkeleri meyhane ve kerhaneye dönüştürdüler.”
Bu durumdan anlaşılıyor ki, daha o günlerde, din öğretisi adı altında
açılan tekke ve zaviyeler gerçek amaçlarından sapmış ve İslam’a zarar
verir hale gelmişlerdi.
Sene 1923’tür. Cumhuriyet kurulmuştur. Bundan sonra hayat, Türkiye’de,
milli eğitimin ve bilimin yolunda aydınlanacaktır. Bu yolda yapılması
gereken pek çok hizmetten birisi de, tekke ve zaviyelerin
kapatılmasıdır.
****** hazırlıklarını tamamladıktan sonra, dönemin başbakanı İsmet
İnönü’yle bizzat görüşmüş, tekke ve zaviyelerin kapatılmasını
istemiştir. Fakat Mevlana Dergâh ve türbesinin kapatılmamasını, buranın
büyük âlimin kendi eşyası ile birlikte müze olarak düzenlenmesini ve
ziyarete açılmasını söylemiştir.
Ata’nın isteği yerine getirildikten sonra, 18 Şubat 1931 günü Konya’ya
gitmiş ve orada tam bir gününü Mevlana Müzesi’nde geçirmiştir.
****** müzenin niyaz penceresinde bulunan Farsça rubainin tercümesini yaptırmıştır:
“Ey keremde, yücelikte ve nur saçıcılıkta güneşin, ayın, yıldızların kul
olduğu sen. Garip aşklar, senin kapından başka bir kapıya yol
bulmasınlar diye öteki bütün kapılar kapanmış, yalnız senin kapın açık
kalmıştır.”
****** bu sözleri dinledikten sonra şöyle söyler:
“Mevlana’nın büyüklüğü burada kendini bir kere daha gösterdi. Doğrusu
ben, 1923 yılındaki ziyaretim sırasında, bu dergâhı kapatmayalım, müze
olarak halkın ziyaretine açalım diye düşünmüş; bir yıl sonra dergâh ve
tekkelerin kapatılması kanunu çıkar çıkmaz İsmet Paşa’ya bu isteğimi
iletmiştim. Görüyorum ki, şu okuduğumuz rubainin hükmünü yerine
getirmişim.”
Tarihçimiz Cemal Kutay’ın ifadelerine göre, o gün Ata’nın yanında bulunan yardımcıları şöyle demişlerdir:
“Paşam, burayı müze haline getirmeniz üzerine halk buraya akın etmeye başladı. Bu bir sakınca doğurmasın…”
Bunun üzerine ******:
“Eğer, Mevlana’yı tanımak ve benimsemek için ziyarete gitmekte
olduklarına inansam, öteki dergâhların da açılmasını sağlardım. Çünkü,
Mevlana’yı tanımak ve anlamak zaten diğer tüm tehlikeleri de ortadan
kaldırmaktır!”
Şu anda Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanından ziyaretçi akımına
uğrayan Mevlana Müzesi’nin ve günümüze kadar unutulmadan gelen Mevlevi
Kültürü’nün altında, Ata’nın bir hizmeti vardır.
ATATÜRK’ÜN VEFATINDAN SONRA HİZMETLERİ!
Ulu Önder, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan antlaşmaların,
muhataplarını tatmin etmediğini, galip devletlerin çok ileri giderek
haklarından fazlasını gasp ettiklerini görüyordu. Özellikle de
Almanya’da Adolf Hitler’in başa gelmesi ve savaş sanayisini
yükseltmesiyle, ileride ikinci dünya savaşının patlak vereceğini
söylemiştir.
O günlerde ülkemizi ve Ata’yı ziyarete gelen hükümet başkanlarını da
elçilerini de bu hususta uyarmış, fakat kimseyi inandıramamıştır.
Öngörü ve sezi kabiliyeti çok yüksek olan ******, İsmet İnönü’ye ve
devlet erkânına, gerekli uyarılarını yapmış ve patlak vermek üzere olan
İkinci Dünya Savaşı’na Türkiye’nin kesinlikle girmemesini vasiyet
etmiştir.
Vefatından birkaç ay sonra patlak veren bu kanlı savaş, en zengin
ülkelerin bile iktisadını çökertmiş, dünya haritalarını değiştirmiş ve
milyonlarca insanın ölümüne neden olmuştur.
Gencecik Türk devleti, eğer bu savaşa bir şekilde girseydi, Ata’nın
öngörüsüyle “Birinci Dünya Savaşı’ndan daha kötü bir istilaya ve çöküşe”
uğrayacaktı.
İkinci Dünya Savaşı’nın çıkacağını tüm dünyadan önce gören ve bu hususta
siyasi ve askeri bir tavır alan genç devletimiz, yürüttüğü akıllıca
faaliyetleri Ata’ya borçludur.
GİZLİ VASİYETNAMESİ:
****** gibi ömrünü ve tüm enerjisini Türk milletine ve kurduğu
cumhuriyete veren bir liderin, sahibi olduğu Türk Cumhuriyetinin ve
derin hislerle bağlı olduğu milletinin kıyamete kadar yaşamasını arzu
etmesi şaşılacak şey değildir.
Cumhuriyetinin geleceği ile ilgili istek ve öngörüsünü bildirdiği meşhur bir konuşması vardır:
“Benim naçiz vücudum elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır!” der.
Temellerini ****** gibi dahi bir önderin attığı cumhuriyetin
yaşayacağına ve yaşaması gerektiğine inancımız tamdır. Fakat ******
böyle söyledi diye gevşeklik ve gafillik etmenin bir anlamı yoktur.
Devletlerin kökeni ne kadar eski ya da sağlam olursa olsun kötü idare
edilmesi ve milletinin gafil olması nedeniyle silinip gittiğini
günümüzde de görmekteyiz.
****** kurduğu cumhuriyetin, kendi vefatından sonra da doğru
yönetilmesi ve sonsuza dek yaşaması için bir hizmet daha yapar. İkinci
Dünya Savaşı konusundaki haklı uyarısının yanı sıra “gizli bir
vasiyetname” yazdırır. Kendi vefatından tam 50 yıl sonra açılıp yüce
Türk milletine okunması şartını koyar.
Bu gizli vasiyetname Genelkurmay Harp Tarihi ve Stratejisi Dairesi’nde
saklanmaktadır. 12 Eylül’den sonra açılıp güncel Türkçeye tercüme
edilmiş ve tereke hakimliği tarafından dönemin cumhurbaşkanı Kenan
Evren’ e teslim edilmiştir. Kenan Evren vasiyeti okuduktan sonra
“açıklanması sakıncalı” diyerek gizli tutulmak üzere Genel Kurmayın
malum dairesine göndermiştir.
10 Kasım 1988 yılında cumhurbaşkanı iken vasiyetnameyi okuyan fakat
açıklamayan Kenan Evren, kendisiyle Marmaris’te yapılan özel bir görüşme
sırasında, böyle bir vasiyetin doğru olduğunu söylemiş ve “konuya artık
ben yetkili değilim” diyerek o gün görevde bulunan yetkilileri işaret
etmiştir.
Bu olayın hemen arkasından 15 Mayıs 1990 tarihinde Ankara’daki Ziraat Bankası’nda ilginç bir hadise meydana geldi:
Tereke Hakimi M.Aydın, bu bankanın kasasında bulunan ******’e ait özel
evrakları ve belgeleri aldı ve hakkında açıklama yapmadı.
Gizli Vasiyetname ve Ziraat Bankası’nın özel kasasından çıkarılan
belgelerin içinde ne olduğu bir sır olarak durmaktadır. 7. Cumhurbaşkanı
Evren, katıldığı ana haber bülteninde ilginç bir itirafta daha bulundu:
Bir bölümü Çankaya Köşkü’nde, bir bölümü de Anıtkabir’de bulunan “******’e ait gizli bir kütüphanenin” varlığını açıkladı.
Bültene konuk olan Evren, şunları da ekledi:
“******’ün okuduğu kitaplar arasında el yazması yazılmış bir kitap
bunuyor. Bunu söyleyemem. Gizli. Devlet sırrıdır. Yani söylemem doğru
olmaz. Ama Dini konular hakkında bir kitap!”
MUHTEVASI:
******’ün gizli vasiyetnamesinde ve sonradan bulunan belgelerinde
nelerin gizli olduğu hala bir sırdır, ancak muhtevasına yani içeriğine
yönelik bazı gerçekçi tahminler yapmayı sağlayan pek çok konuşması ve
belgeler elimizde mevcuttur.
Askeri, iktisadi, siyasi ve dini pek çok konuda halkını ilgilendiren
önemli vasiyetlerde bulunduğu kesindir. Ancak, en somut halde ele
alınacak önemli hususlar şunlardır:
Amerika’nın hızlı yükselişi ve Rusya’nın parçalanması gibi gerçekleşen
olayları yıllar öncesinden görebilen ve söyleyen Ata’mızın, ilerleyen
senelerde dünyanın alacağı vaziyet karşısında takınmamız gereken iç ve
dış siyaset tavrımızı vasiyetinde dile getiriyor.
2000’li yıllara doğru ortaya çıkacak her türlü bilginin ve de arkeolojik
çalışmanın ürünlerinden sonra, ilgili kurumların yapması gereken
çalışmaları ve basamaklarını anlatıyor.
İslam ülkelerinin bağımsızlıklarını kazandığı, güçlendiği ve birbiriyle
yeniden ilişki kurmaya yöneldiği bir dönem için devreye girecek,
kurumsallaşmış bir hilafet projesine işaret ediyor.
İslam ülkelerinin güç ve birliğini artıracak kurumsal hilafet
projesinin, elbette ki üye olan devletlerin yönetimine, Türkiye’nin de
laik yapısına ve yönetim şekline müdahale etmeyecek şekilde oluşmasını
diliyordu.
Ata’nın bu öngörüsünü ve geçerliğini Kur-an’ı Kerim’de bulunan Şura
suresinin 38. ayetinden esinlenerek doğrulamak mümkünüdür. Bu sure,
Müslümanlar arasındaki işlerin toplanmak ve anlaşmak suretiyle
hallolunacağını bildirmesiyle bilinir:
“Yine onlar (yani Müslümanlar), Rablerinin davetine icabet ederler ve
namazı kılarlar. Onların işleri, aralarında (şura) danışma iledir!”
******’ün pek çok yazısından ve sözünden de anlaşılacağı gibi, gizli
vasiyetinde de doğrudan doğruya cumhuriyetini emanet ettiği Türk
gençliğine seslenmektedir.
Vefatından 60 yıl sonra bile, bizlere bıraktığı vasiyet ve uyarıları
aracılığıyla hizmetini sürdüren ******, öngörü kabiliyetini ve
yüceliğini bu gizli tutulan belgelerin açıklanmasıyla yeniden ispat
edecektir.
Ata’nın vasiyetini açıklatmak, anlamak, yerine getirmek ve onun çok az
söz edilen hizmetlerini öğrenmek bizlere önemli birer vazifedir.
Not: Ata’nın, Hz. Muhammed’in mezarının yıkımını durdurması olayı,
şimdilik sadece söylentiden ibaret olduğu için yazımda yerini
almamıştır. İlerleyen zamanda bu konu ile ilgili bir ve***a ortaya
çıkarsa, ayrıntılarıyla ele alacağıma söz veririm.
Saygılarımla
Tolga Arasan
KAYNAKLAR:
Gizli Yönleriyle ****** / Ergun Candan
******’ün Kehanetleri / Ali Bektan
******’ten Hiç Yayınlanmamış Anılar / Yurdakul Yurdakul
****** ve Devrim / Enver Ziya Karal
Allah ile Aldatmak / Y.Nuri Öztürk
Baybay Türkçe / Oktay Sinanoğlu
Türk Dili / A.Ü. yayınları
Turgut Özakman Mülakatları
Cengiz Özakıncı Mülakatları
Tumluer Ailesi Arşivleri
******’ün Bilinmeyen Hizmetleri
(Bugüne kadar okuduğum kitaplardan ve yaptığım araştırmalardan
derlediğim bu makalemi, Türk milletine gönül bağıyla bağlı olan herkese
hediye ediyorum.)
Elli yedi senelik hayatının her gününü Türk milletine ve cihan sulhuna
adayan Mustafa Kemal ******, yıkılan bir imparatorluktan yeni bir
cumhuriyet çıkarmak, parça parça olmuş insanlardan bir millet meydana
getirmek, her insanı ve dolayısıyla toplumu alakadar eden her hususta
inkılâp yapmak suretiyle olağanüstü hizmetlere imzasını atmıştır.
Bu büyük işlerinin yanı sıra, hakkında az söz edilen ya da kasten üzeri
örtülen bazı hizmetleri vardır ki, onları tane tane araştırıp bir araya
getirmek çok önemlidir. Çünkü bir tarihi kişiliği doğru anlamak için,
söylediği ve fiilen uyguladığı her şeyi ayrıntılarıyla öğrenmek gerekir.
Bu makalede Gazi Mustafa Kemal ******’ün bilinmeyen hizmetlerinden sadece küçük bir kısmına değineceğim.
RENKLİ GÜLLER:
Türkiye’yi ve milletini derin hislerle seven ******, vatanının sadece
yönetim şeklinin ve zihniyetinin değil, bahçelerinin bile iyi yönde
değişmesini arzu ediyordu.
Cumhuriyetin kurulmasından sonra 1923 ve 1933 yıları arasında Ankara’da
bir orman çiftliği meydana getirmek için kolları sıvadı. Şu an ******
Orman Çiftliği’nin bulunduğu bölge o günlerde Karanlık Dere diye anılan,
bataklık, sazlık ve çorak bir alandı. Arazinin bir kısmı hazineye,
diğer kısmı ise vatandaşlardan bazılarına aitti. Yüce Ata, masrafları ve
satın alımları kendi maaşından karşılayarak arazinin tamamını satın
aldı. 5 Mayıs 1924 yılında bir hıdrellez günü, bu berbat arazide iki
çadır kurulup yanında da iki traktörle iş başlandı.
Birkaç yıl içinde yeşillendirme çalışmaları, hayvancılık, besicilik gibi faaliyetlere geçildi ve yüksek verim alındı.
Çiftliğin bir köşesine de gül bahçesi yapılmasını çok isteyen ******,
Profesör Acatay’a emrini verdi. O güne kadar gül denildiği zaman
insanların aklına Isparta, Burdur, Denizli yörelerinde bulunan ve sadece
yağı için yetiştirilen pembe güller geliyordu.
****** ise daha önceki Avrupa seyahatlerinde gördüğü renkli güllerden Türkiye’de de olmasını istedi.
Bu amaçla hazırlıklar tamamlandı; Almanya ve Hollanda’dan gül fideleri
kamyonlarla getirildi. Prof. Acatay ve ekibi bu fidelerin aşılarını ve
çoğaltımını tamamladılar. Halka, sefaretlere, park ve bahçelere çok
uygun fiyatlara dağıttılar.
Bugün Türkiye’mizin hemen her yerinde gördüğümüz renkli güller,
******’ün getirttiği ve çoğaltımı yapılan güllerin nesilleridir.
FRANSA SÖZLÜĞÜNDE TÜRKLER:
Fransa’nın meşhur sözlüğü Larousse’de “décapiter” kelimesinin karşılığı
‘boynunu vurmak’ olarak yazıyor. Kelimenin ikinci anlamı olarak da
‘kazığa oturtmak’ deniyor ve bunun ne olduğuna örnek vermek için de bir
cümle kullanılıyor: “Türkler bugün bile esirlerini kazığa oturturlar!”
****** bu rezaleti görünce Fransız büyükelçisini yemeğe davet ediyor.
Büyükelçi de Ata tarafından köşke davet edildiği için böbürleniyor ve
çok seviniyor.
Köşke geliyor ve yemekler yeniyor. ****** tabiliğini hiç bozmadan
büyükelçiye malum kelimenin manasını soruyor. O da bildiği anlamı
söylüyor. ******, “kelimenin ikinci bir anlamı var mı” diye sorunca,
büyükelçi “sözlüğe bakmam gerekiyor efendim” diyor.
****** daha önce çalışanlarına tembih ettiği için sözlük hemen önüne
konuyor. Elçi, işin nereye varacağından habersiz olarak sözlüğü okumaya
başlıyor. Kazığa oturtmak deyimine verilen örneğe gelince cümleyi yarıya
kadar okuyabiliyor ve yutkunarak ******’ün yüzüne bakıyor.
******: “Demek ki biz Türkler bugün de esirlerimizi kazığa oturtuyoruz, öyle mi sayın sefir?”
Elçi, iki iri çivi gibi duran mavi gözlerin kendisine battığını görüyor.
****** devam ediyor: “Sözlüğünüze böyle yazmışsınız, bu doğru mu?”
Büyükelçi telaşla sözlüğün önünü arkasını karıştırıyor ve bir kaçamak
noktası bularak: “Efendim bu sözlük Katolik Kilisesi'nin matbaasında
basılmış, bildiğiniz gibi biz laik bir ülkeyiz. Kilisenin yaptıklarının
bizim hükümetimizle bir ilgisi yok. Bizi ilgilendirmez ve biz kiliseye
karışamayız."
******: "Öyle mi efendim, siz laik bir ülke olduğunuz için demek ki
kiliselere karışamıyorsunuz. Öyleyse ben de yarından itibaren
İstanbul'daki kiliselerin kapılarına koca birer kilit astırıyorum"
diyor.
Bunu duyan sefir birden ayağa kalkıyor ve: "Ekselans, protesto ederiz!" diyor.
Bunun üzerine ******: "Hani sizi ilgilendirmiyordu, karışmıyordunuz?"
diyor ve ilgililere dönerek: "Sefire yolu gösterin" diyerek bir anlamda
onu kovuyor.
Sonra olan olaylar çok açık. Milyonlarca insanın evine giren Larousse
sözlüğündeki kötü Türk imajı düzeltiliyor ve o cümle Fransız hükümetinin
talebiyle çıkartılıyor. Böylelikle Türk milleti, dünya kamuoyu önünde
görünümünü ve haklılığını kazanmak yolunda bir adım daha atıyor.
TÜRK TARİHİ TEZİ:
Ata’nın 1922 yılında meclisten yaptığı konuşma şöyledir:
Efendiler,
Bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir
Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği kadar tarih
alanında da bir derinliği vardır! Türk milletinin kökünün dayandığı Türk
adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselamın oğlu
Yasef’in oğlu olan kişidir!
******, “Türkler Anadolu’ya Orta Asya’dan gelmişlerdir” diye başlayan
kla*** Türk Tarih Tezi ile yetinmemiş ve “Türkler Orta Asya’ya nereden
gelmiştir?” sorusu ile yeni bir tarih tezinin kapılarını açmıştır.
Bu hususta araştırma yapmak ve en derin bilgilere ulaşmak için 1930
yılında Türk Tarih Kurumu’nu ve ardından Türk Dil Kurumunu kurmuştur.
Yıl 1932’de ise emekli general Tahsin Mayatepek, ******’ü ziyaret etmiş
ve ona Maya dili ile Türkçe arasındaki benzerliklerden söz etmiştir.
Mayalar Mek***a’da yaşamışlardır, Türkler ise Orta Asya’dan
gelmişlerdir. Aradaki uzaklık Ata’nın da ilgisini çekti ve esaslı bir
araştırma yapması için Mayatepek’i Mek***a’ya gönderdi.
Mayatepek orada çok ilginç bulgulara, ve***alara ve kitaplara ulaştı.
Yaptığı araştırmaları ve en son gelişmeleri ******’e mektup ile
bildirdi. ****** de onun gönderdiği her türlü belge ve kitabı 60
kişilik bir ekip ile birlikte Türkçeye tercüme ettirdi, kelime kelime
dikkatle okudu ve not aldı.
Yapılan araştırmalar sonucunda Türklüğün kökeninin milattan önce 200 bin
ile 70 bin arasına dayanan ve bir zamanlar Büyük Okyanus’ta bulunan Mu
kıtasına ulaştığını gördü.
Yapılan araştırmalara göre Mu kıtasının iklimi tropikaldi. Geniş
ormanlara, çayırlara ve buralarda bulunan büyükbaş hayvanlara
sahiplerdi. Hatta fillerin ataları da bu kıta üzerinde yaşamaktaydı.
Nüfusu tek bir yönetim altında birleşmiş on ayrı soydan meydana gelen 64
milyon insana sahiplerdi.
Kıtanın temelden çürümesi ve bir göktaşının düşmesi ile felaket
hızlandı. Mu’nun kralı da kıtaları tamamen batmadan önce Mısır’a,
Hindistan’a, Çin’e ve Orta Asya’ya bilginlerini ve seçkin insanlarını
gönderdi.
Orta Asya’ya gelen Mu insanları, sahip oldukları tecrübe ve bilgilerle
yeni ve çağdaş kentler kurdular, oradaki yerli halkı eğittiler. Böylece
Asya’nın ortasında 12 bin yıl önce yeni bir ırk oluştu. Bu ırkın adı
Türk’tür!
Bu tezi doğrulayan pek çok bulgudan birisi de, Mu uygarlığının kalkan ve
davulları üzerinde ay-yıldız sembollerinin mevcut olmasıdır.
Ayrıca, Sovyet arkeologlarının 1939 yılında Orta Asya’daki bir mağarada
buldukları 150 bin yıllık insan kafatası, bu toprakların altının boş
olmadığına bir delil olmuştur.
******’ün araştırmaları sonucu Türk Tarihi Tezi, Türklerin kayıp kıta
Mu’dan geldiğini ve Türk uygarlığı tarihinin en eski uygarlıklardan biri
olduğunu söylemektedir.
Bu önemli ve derin araştırma ile sonucunu, ******’ün zekâsına, emeklerine ve doğru yönetimine borçluyuz.
Bu tarih tezi, ne yazık ki, ******’ün vefat etmesiyle kesin bir sonuca
ulaşamamıştır. Yapılan araştırmalar, daktilo ile yazılmış belgeler ve
kitaplar, şu anda Anıtkabir kitaplığında uyumaktadır.
TÜRK MİLLETİNİ GERÇEK GİYİMİNE KAVUŞTURMASI:
******’ün “Giyim-Kuşam ve Şapka Devrimi”ni herkes bilmektedir. Bu
devrimdeki amaç, ancak yıllar sonra kendisini ortaya koyabilmiştir.
Bu devrimdeki temel amaç, Batı’nın giyimini örnek almak, taklit etmek ya
da siyasal İslamcıların iddia ettiği gibi “Musevilerin ve
Hristiyanların dini giysilerinin, Müslüman Türk halkına zorla
giydirilmesi” değildir.
Bu devrimin asıl amacı, köklü bir geçmişi ve kendine özgün kültürü olan Türk milletini, asıl giyim şekline kavuşturmaktır.
Bunu açıklayabilmek ve ispat edebilmek için üç küçük örnek verilebilir:
1-
Alma-Ata’da 1970’li yıllarda yapılan arkeolojik kazılarda bulunan, bütün
dünyanın “Altın Elbiseli Adam” diye bildiği Türk Kağan’ın giydiği giysi
bugün giydiğimiz pantolondur, o Türk Kağan’ın ayağına giydiği çizme
bugün giydiğimiz çizmedir. Ve üzerinde bulunan ceket, bugün bizim
giydiğimiz cekettir. Bütün dünyayı hayretler içinde bırakan, fakat
bizlerin bugünkü giyimine sahip Türk Kağan’ı, yaklaşık 2500 yıl önce
yani hristiyanlığın doğumundan da uzun yıllar önce, Türk insanının şu
anki giyim biçimi olan ceket, gömlek ve pantolon biçimindedir.
2-
Altay Dağı eteklerinde 1960’lı yıllarda yapılan kazılarda bulunan, bugün
dünyanın en eski halısı olarak bilinen “Pazırık Halısı”, Türk
halısıdır. Ve üzerindeki figürlerde, at üzerinde duran, pantolonu ve
ceketiyle ve hatta gömleği ile Türk savaşçıları vardır.
3-
Bugün Kırgızistan’dan bol miktarda alınan fotoğraflarda görülen odur ki,
Kırgızlı ******larımızın başlarında fötr şapka vardır! Bu şapkalar
keçeden yapılmışlardır. Bütün Orta Asya Türk coğrafyasında bulunan
resimlerde cekete, pantolona ve fötr şapkaya rastlıyoruz.
Ata’nın Giyim-Kuşam Devrimi’ni bilmeyen yoktur; fakat asıl bilinmeyen
önemli husus, yani giyim-kuşam üzerinde ısrarla durmasının temel amacı,
yıllar sonra ele geçen pek çok önemli bulgu sayesinde, kendisini ortaya
koymuştur.
Türk milletini gerçek giyim şekline kavuşturması, bilinenin ardına gizlenmiş bir hizmetidir.
TÜRK DİLİNE HİZMETİ VE KAZANDIRDIĞI TERİMLER:
Konfüçyüs’e “Eğer bir ülkede yönetici olsaydınız, ilk iş olarak ne
yapmak isterdiniz?” diye sorarlar; o da: “Kuşkusuz ilk iş dili
düzeltirdim!” diye cevap verir.
******, bu güne kadar gelmiş geçmiş pek çok filozofun ütopyasını gerçek
kılmıştır, diyenlerin doğruluğuna küçük bir örnek de yukarıda sözünü
ettiğim konuşmadır.
Kültür, bir toplumun miras bıraktığı her türlü eserdir; dil ise,
kültürün yapı taşıdır. Bir toplumda ya da bir ülkede “dil” anlayışının
zedelenmesi ya da başka dillerin istilasına uğraması, o ülkenin sosyal
yapısından hukuk işlerine dek süren yok oluşun başlangıcıdır.
****** de bu durumu çok iyi bildiğinden, yapmayı gerekli gördüğü
devrimlerin arasına “Türk Dili”ni de eklemiş ve çalışmaya başlamıştır.
Almanca ve Fransızca bilen Ata’mız, tam bir Türkçe aşığı idi. Bu çok
sevdiği dil, Türklerin İslam ve Arap kültürü ile tanışması, Selçuklu ve
Osmanlıda saray ve bilim dillerinin Arapça ve Farsça olması nedeniyle
özünden sapmış bir haldeydi.
Bu sebeple işin reçetesi belliydi:
Türk dili Osmanlıcadan ayıklanacak, uygarlık peşinde iyi fakat sakat
niyetle Türk’ün diline 1000 yıl önce yaptığı hata düzeltilecek, Türk
dili temiz güzellikle ve kudretine, kendinde var olan kesinlik ve
açıklığına kavuşturulacaktı.
Eskiden, İslam’a duyulan sevgi ve saygı nedeniyle Arap harfleri alınmış,
fakat Türkçenin sesli harflere dayanan yapısına uymamıştı. Üstelik
Türkler arasında Arapça ve Farsça kelimelerin bolca kullanılmasına zemin
hazırlamıştı. Bu nedenlerden dolayı, yapılacak tadilat, yeni abece yani
alfabe ile başladı.
İslam dini, kalıbı ya da şekli değil, manayı, niyeti ve ifadeyi temel
alır. Bu niyetle, manayı ve ifadeyi kolaylaştıracak her değişiklik
İslam’ın ruhuna uygundur. Bu niyetle, Arap harfleri yerine Türkçeye
tıpatıp uyan yeni Türk harflerinin getirilişi, İslam’ın hassasiyetine
bir darbe vurup Frenkçeye sarılmak için değil, Türkün ifadesini, ruhuna
dönüşünü kuvvetlendirebilmesi içindir.
Kısa zamanda ilk zaferini kazanan Türkçemiz, kendisini matematik kadar
kesinlikle ispat eden ve diğer dillerde az görülür bir kudret ve verimli
bir yazıya, yani yeni Türk yazısına kavuştu. Bu Türkçe, Yunus Emre
Türkçesi, Karacaoğlan Türkçesi, nerede olursa olsun Türküm diyen her
Türkün kolayca anlayıp mesleğinde bile kullanabileceği bir Türkçe idi.
Halkın da bu devrime severek omuz vermesiyle işler tahmin edilenden on
kat daha fazla hızlandı. Her türlü basın-yayın organları kademeli bir
şekilde Türkçeye dönüştü; levhalar ve panolar Türkçeleşti. Gerekli
kılavuz ve alfabeler basılıp millete dağıtıldı.
İlerleyen zamanda Türk dilinin halk tarafından sırtlanıp yükseğe
taşınmasıyla, felsefe, gök bilimleri, yer bilimleri, fizik, hayat
bilimleri, kimya, ruh bilim, sanat dalları, spor ve oyunların yanı sıra
sağlık, askerlik ve teknik alanlarında dil ve terim çalışmalarına
başlandı. Bu konuların hemen hepsinde ****** bizzat çalışıyor, gününün
yaklaşık 3 saatini bu işe ayırıyor ve askerlikte olsun, matematikte
olsun, bugün bile kullandığımız pek çok kelime ve terimi Türkçenin
derinliklerinden ustaca çıkartıyor ve bizlere armağan ediyordu.
İşte bunlardan bazılarına örnek:
Zaviye = Açı; Zarb = Çarpı; Mazrup = Çarpan; Amudi = Dikey; Ehram =
Piramit; İhtisar = Sadeleştirme; Maksumunaleyh = Bölen vb. (Burada tek
tek ele almadığım daha nice terimleri mevcuttur.)
****** kendi ürettiği bu terimleri kökleştirmek ve açıklamak için 1937
yılında bir geometri kitabı yazmış ve bastırmıştır. Üzerinde çok az söz
edilen bu eseri ve terimler, Ata’nın önemli işlerinden birisidir.
****** ne yazık ki ölüm döşeğindeyken üç gün komada kalmış ve kendine
geldiğinde çevresindekilere “arkadaşlara selam, dil çalışmalarını sakın
gevşetmeyin” demiş ve söylediği son söz olarak akıllarda bu kalmıştır.
Ne acıdır ki, ******’ün hasta halinde bile gönlünden ve beyninden
çıkmayan Türkçe, son yıllarda –kendi sahibi olan millet tarafından- en
çirkin dönemini ve yabancı dil istilasını yaşamaktadır.
KUR’AN-I KERİM’İ TÜRKÇEYE ÇEVİRTMESİ:
Ata’mızın en bilinen hizmetlerinden birisi de, İslam dinini Kuran’ın
dışına çekip örflere ve hurafelere boğanların elinden kurtarmasıdır. Bu
konuda çözüm sunmak amacıyla Diyanet İşleri kurumunu oluşturması, tekke
ve zaviyeleri kapatması, laikliği inkılâplarının temeli yapması gibi
hizmetleri bilinir. Ancak en önemli kararlarından birisi de Kuran-ı
Kerim’in Türkçeye çevrilmesini istemesidir.
Çünkü o günlerde, Ata’nın değimi ile, “Hak olan Kuran, haksızlığı kabule vesile yapılmıştır.”
Dönemin en değerli ve iyi niyetli İslam bilgini Elmalılı Muhammed Hamdi
Yazır’ı meclis kararı ile getirtiyor ve “Kuran’ı Türk diline tercüme ve
tefsir edeceksin” diyor.
Elmalılı Hamdi de ******’ten aldığı vazife üzerine dokuz ciltlik dev
bir Türkçe tercüme ve tefsir yapıyor. O günkü yoksul Türkiye’de on bin
adet basılıp dağıtılıyor. (1935-1936)
Hatta ******, devlet başkanı sıfatıyla, Elmalılı Tefsiri’ni yaptırmakla
kalmamış, bu tefsirin telif ve basım harcamalarını da bizzat kendi
parasıyla karşılamıştır.
Burada sözü edilen olaylar tefsirin ilk baskılarında da önsöz olarak yer
almıştır. Fakat sonradan kötü niyetli kişilerce tefsirin yeni
basımlarında yer verilmemiştir.
İslam’ın anayasası niteliğindeki yüce Kuran-ı Kerim’in bir millet
tarafından anlaşılmasını ve okunmasını sağlayan Elmalılı Tefsiri,
akademik ve ilmi tarafı bir yana bırakılırsa, ******’ün eserlerinden ve
az bilinen hizmetlerinden birisidir.
“******, Hz. Muhammed’den sonra, İslam dini için en büyük hizmetleri
yapmış ikinci kişidir!” (Şu Çılgın Türklerin yazarı Turgut Özakman)
MEVLANA DERGÂHINI MÜZELEŞTİRMESİ:
Yıl 1845’tir. 19. yüzyıl tasavvuf hayatının, Osmanlı saltanatı ve irfan
adamları tarafından, tartışmasız önderi kabul edilen Kuşadalı İbrahim
Efendi vefat etmiştir.
******’ün henüz dünyada olmadığı dönemde, sufi-bilgin Kuşadalı İbrahim, tekkelerden söz ederken şu şekilde konuşmaktadır:
“Tekkelerde artık hayır kalmamıştır. Bunların kaldırılması lazımdır!
Bunlardan artık insanlığa da, İslam’a da hiçbir hayır gelmez. Çünkü,
tekkeleri meyhane ve kerhaneye dönüştürdüler.”
Bu durumdan anlaşılıyor ki, daha o günlerde, din öğretisi adı altında
açılan tekke ve zaviyeler gerçek amaçlarından sapmış ve İslam’a zarar
verir hale gelmişlerdi.
Sene 1923’tür. Cumhuriyet kurulmuştur. Bundan sonra hayat, Türkiye’de,
milli eğitimin ve bilimin yolunda aydınlanacaktır. Bu yolda yapılması
gereken pek çok hizmetten birisi de, tekke ve zaviyelerin
kapatılmasıdır.
****** hazırlıklarını tamamladıktan sonra, dönemin başbakanı İsmet
İnönü’yle bizzat görüşmüş, tekke ve zaviyelerin kapatılmasını
istemiştir. Fakat Mevlana Dergâh ve türbesinin kapatılmamasını, buranın
büyük âlimin kendi eşyası ile birlikte müze olarak düzenlenmesini ve
ziyarete açılmasını söylemiştir.
Ata’nın isteği yerine getirildikten sonra, 18 Şubat 1931 günü Konya’ya
gitmiş ve orada tam bir gününü Mevlana Müzesi’nde geçirmiştir.
****** müzenin niyaz penceresinde bulunan Farsça rubainin tercümesini yaptırmıştır:
“Ey keremde, yücelikte ve nur saçıcılıkta güneşin, ayın, yıldızların kul
olduğu sen. Garip aşklar, senin kapından başka bir kapıya yol
bulmasınlar diye öteki bütün kapılar kapanmış, yalnız senin kapın açık
kalmıştır.”
****** bu sözleri dinledikten sonra şöyle söyler:
“Mevlana’nın büyüklüğü burada kendini bir kere daha gösterdi. Doğrusu
ben, 1923 yılındaki ziyaretim sırasında, bu dergâhı kapatmayalım, müze
olarak halkın ziyaretine açalım diye düşünmüş; bir yıl sonra dergâh ve
tekkelerin kapatılması kanunu çıkar çıkmaz İsmet Paşa’ya bu isteğimi
iletmiştim. Görüyorum ki, şu okuduğumuz rubainin hükmünü yerine
getirmişim.”
Tarihçimiz Cemal Kutay’ın ifadelerine göre, o gün Ata’nın yanında bulunan yardımcıları şöyle demişlerdir:
“Paşam, burayı müze haline getirmeniz üzerine halk buraya akın etmeye başladı. Bu bir sakınca doğurmasın…”
Bunun üzerine ******:
“Eğer, Mevlana’yı tanımak ve benimsemek için ziyarete gitmekte
olduklarına inansam, öteki dergâhların da açılmasını sağlardım. Çünkü,
Mevlana’yı tanımak ve anlamak zaten diğer tüm tehlikeleri de ortadan
kaldırmaktır!”
Şu anda Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanından ziyaretçi akımına
uğrayan Mevlana Müzesi’nin ve günümüze kadar unutulmadan gelen Mevlevi
Kültürü’nün altında, Ata’nın bir hizmeti vardır.
ATATÜRK’ÜN VEFATINDAN SONRA HİZMETLERİ!
Ulu Önder, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan antlaşmaların,
muhataplarını tatmin etmediğini, galip devletlerin çok ileri giderek
haklarından fazlasını gasp ettiklerini görüyordu. Özellikle de
Almanya’da Adolf Hitler’in başa gelmesi ve savaş sanayisini
yükseltmesiyle, ileride ikinci dünya savaşının patlak vereceğini
söylemiştir.
O günlerde ülkemizi ve Ata’yı ziyarete gelen hükümet başkanlarını da
elçilerini de bu hususta uyarmış, fakat kimseyi inandıramamıştır.
Öngörü ve sezi kabiliyeti çok yüksek olan ******, İsmet İnönü’ye ve
devlet erkânına, gerekli uyarılarını yapmış ve patlak vermek üzere olan
İkinci Dünya Savaşı’na Türkiye’nin kesinlikle girmemesini vasiyet
etmiştir.
Vefatından birkaç ay sonra patlak veren bu kanlı savaş, en zengin
ülkelerin bile iktisadını çökertmiş, dünya haritalarını değiştirmiş ve
milyonlarca insanın ölümüne neden olmuştur.
Gencecik Türk devleti, eğer bu savaşa bir şekilde girseydi, Ata’nın
öngörüsüyle “Birinci Dünya Savaşı’ndan daha kötü bir istilaya ve çöküşe”
uğrayacaktı.
İkinci Dünya Savaşı’nın çıkacağını tüm dünyadan önce gören ve bu hususta
siyasi ve askeri bir tavır alan genç devletimiz, yürüttüğü akıllıca
faaliyetleri Ata’ya borçludur.
GİZLİ VASİYETNAMESİ:
****** gibi ömrünü ve tüm enerjisini Türk milletine ve kurduğu
cumhuriyete veren bir liderin, sahibi olduğu Türk Cumhuriyetinin ve
derin hislerle bağlı olduğu milletinin kıyamete kadar yaşamasını arzu
etmesi şaşılacak şey değildir.
Cumhuriyetinin geleceği ile ilgili istek ve öngörüsünü bildirdiği meşhur bir konuşması vardır:
“Benim naçiz vücudum elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır!” der.
Temellerini ****** gibi dahi bir önderin attığı cumhuriyetin
yaşayacağına ve yaşaması gerektiğine inancımız tamdır. Fakat ******
böyle söyledi diye gevşeklik ve gafillik etmenin bir anlamı yoktur.
Devletlerin kökeni ne kadar eski ya da sağlam olursa olsun kötü idare
edilmesi ve milletinin gafil olması nedeniyle silinip gittiğini
günümüzde de görmekteyiz.
****** kurduğu cumhuriyetin, kendi vefatından sonra da doğru
yönetilmesi ve sonsuza dek yaşaması için bir hizmet daha yapar. İkinci
Dünya Savaşı konusundaki haklı uyarısının yanı sıra “gizli bir
vasiyetname” yazdırır. Kendi vefatından tam 50 yıl sonra açılıp yüce
Türk milletine okunması şartını koyar.
Bu gizli vasiyetname Genelkurmay Harp Tarihi ve Stratejisi Dairesi’nde
saklanmaktadır. 12 Eylül’den sonra açılıp güncel Türkçeye tercüme
edilmiş ve tereke hakimliği tarafından dönemin cumhurbaşkanı Kenan
Evren’ e teslim edilmiştir. Kenan Evren vasiyeti okuduktan sonra
“açıklanması sakıncalı” diyerek gizli tutulmak üzere Genel Kurmayın
malum dairesine göndermiştir.
10 Kasım 1988 yılında cumhurbaşkanı iken vasiyetnameyi okuyan fakat
açıklamayan Kenan Evren, kendisiyle Marmaris’te yapılan özel bir görüşme
sırasında, böyle bir vasiyetin doğru olduğunu söylemiş ve “konuya artık
ben yetkili değilim” diyerek o gün görevde bulunan yetkilileri işaret
etmiştir.
Bu olayın hemen arkasından 15 Mayıs 1990 tarihinde Ankara’daki Ziraat Bankası’nda ilginç bir hadise meydana geldi:
Tereke Hakimi M.Aydın, bu bankanın kasasında bulunan ******’e ait özel
evrakları ve belgeleri aldı ve hakkında açıklama yapmadı.
Gizli Vasiyetname ve Ziraat Bankası’nın özel kasasından çıkarılan
belgelerin içinde ne olduğu bir sır olarak durmaktadır. 7. Cumhurbaşkanı
Evren, katıldığı ana haber bülteninde ilginç bir itirafta daha bulundu:
Bir bölümü Çankaya Köşkü’nde, bir bölümü de Anıtkabir’de bulunan “******’e ait gizli bir kütüphanenin” varlığını açıkladı.
Bültene konuk olan Evren, şunları da ekledi:
“******’ün okuduğu kitaplar arasında el yazması yazılmış bir kitap
bunuyor. Bunu söyleyemem. Gizli. Devlet sırrıdır. Yani söylemem doğru
olmaz. Ama Dini konular hakkında bir kitap!”
MUHTEVASI:
******’ün gizli vasiyetnamesinde ve sonradan bulunan belgelerinde
nelerin gizli olduğu hala bir sırdır, ancak muhtevasına yani içeriğine
yönelik bazı gerçekçi tahminler yapmayı sağlayan pek çok konuşması ve
belgeler elimizde mevcuttur.
Askeri, iktisadi, siyasi ve dini pek çok konuda halkını ilgilendiren
önemli vasiyetlerde bulunduğu kesindir. Ancak, en somut halde ele
alınacak önemli hususlar şunlardır:
Amerika’nın hızlı yükselişi ve Rusya’nın parçalanması gibi gerçekleşen
olayları yıllar öncesinden görebilen ve söyleyen Ata’mızın, ilerleyen
senelerde dünyanın alacağı vaziyet karşısında takınmamız gereken iç ve
dış siyaset tavrımızı vasiyetinde dile getiriyor.
2000’li yıllara doğru ortaya çıkacak her türlü bilginin ve de arkeolojik
çalışmanın ürünlerinden sonra, ilgili kurumların yapması gereken
çalışmaları ve basamaklarını anlatıyor.
İslam ülkelerinin bağımsızlıklarını kazandığı, güçlendiği ve birbiriyle
yeniden ilişki kurmaya yöneldiği bir dönem için devreye girecek,
kurumsallaşmış bir hilafet projesine işaret ediyor.
İslam ülkelerinin güç ve birliğini artıracak kurumsal hilafet
projesinin, elbette ki üye olan devletlerin yönetimine, Türkiye’nin de
laik yapısına ve yönetim şekline müdahale etmeyecek şekilde oluşmasını
diliyordu.
Ata’nın bu öngörüsünü ve geçerliğini Kur-an’ı Kerim’de bulunan Şura
suresinin 38. ayetinden esinlenerek doğrulamak mümkünüdür. Bu sure,
Müslümanlar arasındaki işlerin toplanmak ve anlaşmak suretiyle
hallolunacağını bildirmesiyle bilinir:
“Yine onlar (yani Müslümanlar), Rablerinin davetine icabet ederler ve
namazı kılarlar. Onların işleri, aralarında (şura) danışma iledir!”
******’ün pek çok yazısından ve sözünden de anlaşılacağı gibi, gizli
vasiyetinde de doğrudan doğruya cumhuriyetini emanet ettiği Türk
gençliğine seslenmektedir.
Vefatından 60 yıl sonra bile, bizlere bıraktığı vasiyet ve uyarıları
aracılığıyla hizmetini sürdüren ******, öngörü kabiliyetini ve
yüceliğini bu gizli tutulan belgelerin açıklanmasıyla yeniden ispat
edecektir.
Ata’nın vasiyetini açıklatmak, anlamak, yerine getirmek ve onun çok az
söz edilen hizmetlerini öğrenmek bizlere önemli birer vazifedir.
Not: Ata’nın, Hz. Muhammed’in mezarının yıkımını durdurması olayı,
şimdilik sadece söylentiden ibaret olduğu için yazımda yerini
almamıştır. İlerleyen zamanda bu konu ile ilgili bir ve***a ortaya
çıkarsa, ayrıntılarıyla ele alacağıma söz veririm.
Saygılarımla
Tolga Arasan
KAYNAKLAR:
Gizli Yönleriyle ****** / Ergun Candan
******’ün Kehanetleri / Ali Bektan
******’ten Hiç Yayınlanmamış Anılar / Yurdakul Yurdakul
****** ve Devrim / Enver Ziya Karal
Allah ile Aldatmak / Y.Nuri Öztürk
Baybay Türkçe / Oktay Sinanoğlu
Türk Dili / A.Ü. yayınları
Turgut Özakman Mülakatları
Cengiz Özakıncı Mülakatları
Tumluer Ailesi Arşivleri